18 Şubat 2014 Salı

Vintage Times

Merhabalar,

Son yazının üzerinden çok süre geçmiş olmamasına rağmen, blog benim olduğu için istediğim gibi at koşturabiliyorum.

Malumunuz kimimizin maddi olarak dağıldığı, kimimizin burulduğu, kimimizin kızdığı ve kimimizin kendi anatomisini keşfettiği bir 14 Şubat Sevgililer Günü' nü daha geride bıraktık. Ben olayın çok uzağında olduğum için dışarıda olduğum o akşamı "Sanırım bugün cuma olduğundan mütevellit bu kadar kalabalık her yer." varsayımları arasında geçirirken, olayı anca idrak edebildim. O da neden? İnsanlar hep çift olarak geziyorlardı, kadınların kucaklarında çiçekler vardı ve üstüne üstlük erkekler olduklarından daha yakışıklı, kadınlar ise olduklarından daha çekiciydiler. Bu gözlemleri biraraya getirdiğimde ise tek bir sonuç çıktı. Sevgililer Günü.

Ben ise -yanlış bir gün seçerek-, askerden gelen üniversite arkadaşımla dışarıda bi şeyler içelim kafasındaydım. Yani insanlar, yanıbaşımızda içtikleri şaraplarla aşklarını pekiştirerek şu şekilde mutlu hûlyalara dalarken;



biz ise tam olarak şu kafadaydık :



Evet, Kubrick ağabeyimin de dediği gibi : This is my rifle and this is my gun; this is for fighting and this is for fun. 

Anti-Militarizmin doruk noktalarındaki muhabbetimizi, ortamın meşk içeren havasını fazla kaçırmamak adına asgari düzeyde tutarak evlerimizin yolunu tuttuk. 

Sevgililer gününe ilişkin gözlemlerim ise genelde şu havadaydı : Sevgilisinden papara yememek için gelen erkekler, sevgilisini gerçekten seven ve romantik bir akşam geçirmek için gelen erkekler, gece sonunda cinsel münasebet umuduyla sevgilisini sevgiye ve alkole boğan erkekler. Gecenin sonunda bu işten en kârlı çıkanlar ise tabi ki; bar/restorant sahipleri ve çiçek satıcıları. Sevgilinizi seviniz, sayılı zamanımızın olduğu şu dünyada vaktinizi iyi değerlendirerek mutluluğu yakalayınız. 

Sevgililer günü olayını bir kenara bırakarak, bahsetmek istediğim diğer olaya gelmek istiyorum. Zamanın giderek modernleşmesi hadisesi. Tanıyanlar bilirler, bir Chaplin manyağı olarak bu ademoğlunun tüm filmlerini hatmetmişimdir. Ve istisnasız her filmindeki her kadına aşık olarak başarması zor olan şeyleri de başarmışlığım bulunmaktadır. Bugün yoğunlukla bahsedeceğim şey, bu filmde de bolca işlenen ve günümüzde iyice boku çıkan modernizm. 


Modern Times. 10 numara film. Tabi ki Paulette Goddard' a da aşık olmuşluğum var. Endüstrileşmenin ve modernleşmenin bir getirisi ya da götürüsü olarak değişen hayatları, tarzları görmemiş olsak da tahmin edebiliyoruz. Bazen etrafıma dikkat kesiliyorum. Bazı insanların iyice boku çıkan teknolojiye inat daha da eski şeyleri, en azından yeni olsa bile eskitilmiş olan şeyleri, hatta antika şeyleri kullandığını görüyorum.

Hatırladınız mı?

Kabul, filmde sanayi devrimi ve getirdikleri / götürdükleri anlatılsa da yaşadığımız şeylerle hiçbir ilgisi yok mu sizce? Örneğin size şu mu daha güzel geliyor? 


Yoksa şu mu ? 


Ben henüz hiçbirini yapamamış olsam da, genel olarak vintage kafada yaşayan, vintage eşyalara sahip olmayı isteyen biriyim. Evde telsiz telefon yerine kocaman ahizeli eski telefonları kullanmak istemekteyim. Modern hayatın işlerimizi kolaylaştıran icatları yüzünden kolaylaşan iletişim imkanlarıyla aynı ölçüde bize dahil ettiği tembellik, kalp kırma alışkanlıklarının olması hiç hoşuma gitmiyor aslında. Örneğin telefon çalınca kalkıp gitmek yerine telsiz telefon / cep telefonu denen naneler icat oldu. Bir buluşmaya gitmek için sözleştiğin insanı arayarak "Bebişim, 15 dakika geç kalıcam, sen takıl, geliyorum ben." diyebiliyoruz. Ya da kavga ettiğimiz sevgiliye "Kafam çok karışık.. Sen Arama beni, ben seni arıcam kendime geldiğimde..." diyebiliyoruz. Bunlar kimine göre modern zamanın getirdiği mükemmel gelişmeler. Kimine göre ise insan ilişkilerini sıfıra indiren nedenlerden biri.

Bu vintage tutkumun başı sanıyorum önceki yazılarımda da bahsettiğim geçmişe meraklı olma. Örneğin melon şapka, süvari pantolonu, süvari çizmesi gibi modası geçmiş olarak nitelendirilen ama benim için en üst sıralamada duran eşyaların kıymetini bilsek süper olur. Şu an Türkiye' nin ya da dünyanın herhangi bir yerinde, süvari pantolonu ve süvari çizmesi giyerek gezsek herhalde 'deli' olarak adlandırılmanın haklı gururunu yaşayabiliriz.



Bu yazıyı yazarken kısmen bana "İlhan perisi" olma niteliğini taşıyan kişi ise sözlük ortamından bir hanımefendi. Muhabbet ise Jethro Tull. Alakasız evet. Farkettiğim üzere, günümüzde benim jenerasyonumdan itibaren giderek yeniye yönelme; akımların değişikliğini de beraberinde getiriyor. Nerede o eski Jethro Tull' lar, nerede Justin Bieber' ler? Yeniyi benimserken, eskiyi önemsememe ve hatta merak edip araştırmamaya başladı genç insanlar. Adam gözünü açtığı andan itibaren iphone 3 le oynayınca, haliyle merak etmiyor "Ulan bu elimdeki aletin mucidi kim?" diye. Her konuda olduğu gibi, müzik konusunda da genç insanların günümüzde sürmesine rağmen eskiye ait olan insanları, grupları dinlemesi, araştırması hoşuma gidiyor. Farkındayım Ian abimiz eski Ian değil; ama yeni insanların Jethro Tull dinliyor olması, hatta Ian abiden özenip flüt çalmaya başlamaları falan güzel geliyor bana. Bunu da vintage olarak düşünüyorum ben. 



Vintage olayına demode demek yerine vintage kavramını zaman olarak yaşamaya çalışırsak, bence rahatsız olduğumuz pek çok şeyin çözüldüğünü göreceğiz. Sürekli modern ya da modernize edilmiş araç-gereçle haşır neşir olmak, ileri teknoloji ürünler kullanmak insanları eskiye itiyor farkında olmadan. Modanın geldiği yere bakalım. O güzel Chaplin filmlerindeki inanılmaz tarza sahip kadınlardan, et giyen Lady Gaga' ya geldik. Aha bu işte geldiğimiz nokta. Sonra ne oldu? Tekrar vatkalı kıyafetler, mini şortlar, uzun ceketler moda olmaya başladı. 

Sağlık, güvenlik gibi hayati alanlarla ilgili modernizm kabul edilmeli mutlaka; peki ya günlük yaşantımızda olan modernizm? Akıllı telefonlar çıkmadan önce boş boş vakit geçirmek hiç bu kadar olmuş muydu? Zaman geçirmekten kolay bir şey yok hayatımızda artık. Canımız sıkılınca açıyoruz oyun oynuyoruz telefonda. Tık gün bitti. 

Geçen her saniyeyi kaybettiğimiz ve yerine tekrar getiremeyeceğimizi bildiğimiz bu dünyada; sanıyorum telefonlara/bilgisayarlara gömülmemek ve hayatı sevdiklerimize daha yakın olarak geçirmek çok daha iyi bir seçenek olacaktır.

Bu yazıyı yazarken bilgisayar başında oluşum ve hayatımdan 1 saati buraya ayırmam ise tamamen bir komedi. Belki bunu başka bir yazıya konu yapabilirim. Belki şuraya da yaşlı, heybetli ve biraz da korkutucu bir ağaç yapabiliriz, kim bilir?


Eyvole.

7 Şubat 2014 Cuma

Cahillik ile öküzlük arasındaki ince çizgi

Selamlar.

Her ay bir yeni yazı mottosu ile yola çıkmış gibi görünüyorum. Arada elbet laf olsun torba dolsun diye yazılar da yazacağım muhakkak. Ben ki laflarla torbaları dolduramazken, başkaları paralarla ayakkabı kutularını doldurabiliyor. Dokunduralım inceden.

Ara ara kitap okumaya ara verme ya da ruh hastası gibi kitap okuma dönemlerim oluyor. Malesef toplumumuzun yüzde 70 inin oluşturduğu entellektüelitenin doruklarında yaşayanlar gürûhuna giremiyorum bu nedenle. Bu kesimdekiler genelde her gün, her ay, her hafta ve her saniye kitap okurken; bu rutinden çıkanları afaroz etmekte ve kitap okumamanın beyin dinçliğini azalttığını savunmaktalar. Kısaca bahsetmek gerekirse; "kitap okumuyorsan, öküzsün."

Yoğun dönemlerim genelde kitap okumamakla geçiyor. Boşaldığım dönemlerde ise kitaplara sarabiliyorum. Hatta 3 ay önce 1 ay boyunca sardığım kitap okuma döneminin ateşleyicisi "Kürk Mantolu Madonna" idi. Yollarımızın ayrıldığı kız arkadaşın hediye etmiş olması nedeni ile midir bilinmez, o kitap yatağımın baş ucunda boynu bükük durdu hep. Sonunda boşluğun getirdiği can sıkıntısı ile kitaba başlayıp soluksuz, aralıksız, kimi zaman kızgın, kimi zaman mutlu duygular eşliğinde bitti kitap. Bittiğinde ise 2 gün etkisinden çıkamadım. Evet biraz yüzeysel bir insanım. Sonunda bu kitabın tarzını, bu tarz öyküleri sevdiğime karar verdim.

Romantik aşıklar gibi romantik komedi filmlerini sevmesem de, 1 hafta önce izlediğim About Time isimli film de çok etkiledi beni. Spoiler çok vermek istiyorum. Ama olur da burayı okuyan bir insan evladı olursa, küfür yemek istemiyorum. Sadece film etkilemedi tabi beni. Filmde oynayan abla, nam-ı diğer Rachel McAdams da çok etkiledi. Kız über güzel olduğundan falan değil ha, tarzına bittim. Sonradan farkettim ki; Time Traveller' s Wife gibi zaman bükmeli, geri dönmeli falan filmlerde oynuyormuş bu abla. Güzel bir kadın, ama o tarzı öldürdü beni. Çok yaşasın.



Filmlerde izleyip unutamadığım bir bu karakter yer edindi hafızamda, bir de Eyes Wide Shut filmindeki Nicole Kidman ablanın taktığı o gözlükler olsun, o saç toplayışı olsun görünüş ve tatlılığı ile mest etti beni.



Güzellik değil, tatlılık. Kendim de, 'yakışıklı değil ama sempatik' bir insan olarak genelde 'güzel değil ama tatlı' olan kadınlara daha çok ilgi duyuyorum. Neden acaba?

Neyse, film olaylarına girmek istemiyorum daha fazla. Kitaplardan devam etmek istiyorum.

Kitap krizine girip internetten 3 kitap satın aldım. Bunlardan ilki İhsan Oktay ANAR' ın Galiz Kahraman' ı, diğeri Vladimir Nabokov' un Lolita' sı, sonuncusu ise Cemal Granda' nın Atatürk' ün Uşağının Gizli Defteri' si. (Bu ne saçma bi tanım oldu) Benim buraya yazacağım kitap ise, sıralamada sonuncu olmasına rağmen merakıma dayanamayıp 1 günde yiyip bitirdiğim Cemal Granda' nın anıları.


Anılara karşı ciddi anlamda zaafiyetim var. Daha önceden, ayak bastığımız yerlerde yaşayıp, nefes aldığımız havanın tam olarak aynısını o zamanlarda solumuş insanların anıları merakımı celbediyor. Bu kitabı okuyup internette 2 gün süren bir araştırma yaptım. Atatürk' ün basına yansımamış, yasaklanmış ya da hiç araştırılmamış özel hayatı ile ilgili ipe sapa gelmez, karalama amaçlı, kaynağı belli olmamasına rağmen çok güçlü şekilde iddialar eşliğinde (kısaca kaynak: götüm) yazıları da okudum. Tabi ki hiç şaşırmadığım üzere saçma saçma şeyleri iddia edenler öncelikli olarak yobaz-dinci-cahil olmasına rağmen bilgili olduğunu sanan-mal kesim. Atatürk hakkında saçma iddialar ortaya atarak mutlu olabilen insanların var olduğunu bilmek ise, acı gerçekler olarak suratımıza çarpıyor.

Ailem Atatürk' çü olarak yetiştirmedi beni. Aslında hiçbir şeyci olarak yetiştirdi. Böyle olması daha iyi oldu bence. En azından bana mantıklı gelen şeyleri aile zoru ile değil, kendi kendime öğrendim. Şu anki düşündüklerimi ise yazmaya götüm yemiyor. Bi de şu sansür, takip zırvası falan filan.

Kitapta okuduklarım karşısında dumur olup önyargılarımı kırdım desem yalan olmaz. Okula başladığımızdan beri her yıl okuduğumuz Atatürk' ün hayatı, başarıları, zaferleri, hastalığı, ölümü ve bize bıraktıkları, açık söylüyorum Atatürk' ü hatasız, mükemmel, hiç bir zayıf yönü olmayan bir insan olarak betimlememi sağlamıştı. Bu kitapla birlikte "Hadi canım? Onu demiş olamaz ya?" gibi acayip şaşkınlık içeren cümleler kurdum kendi kendime. Kitap bittikten sonra ise, "Ulan tabi ya.. Bu adam da bir insan sonuç olarak. Ben niye bugüne kadar böyle gördüm ki?" diye düşünmeye başladım. Bu düşündüğüm şey Atatürk' ü gözümde düşürmedi. Aksine bizler gibi sıradan insanların özelliklerinden bazılarına sahip olduğu halde ne büyük başarılar elde edebileceğini gösterdi ve daha da yüceldi gözümde.

Benim anladığım kadarı ile, cumhuriyetin ilanından sonra Atatürk' te, "beni rahat bıraksalar keşke, artık dinlensem biraz.." kafası olmuş. Buna rağmen adam günlerce yasalar, düzeltilmesi gerekenler, türlü misafirlerle uğraşıp durmuş. Benim edindiğim bu düşünce sadece bu kitapta yer alan bazı anılar neticesinde ortaya çıktı. Ha ben olsam mesela onun yerinde ve şu günkü durumlara bakıp, "Sokayım böyle ülkeye, ne bok yiyosanız yiyin." diyip paso deniz üstünde, yatta takılırdım. Tabi adam idealistliğinden hiçbir şey kaybetmediği için benim gibi yapmamış. Uğraşmış ölene kadar. Neticede ortaya çıkardıkları, daha bismillah 11 Kasım 1938' den itibaren yıkılmaya başlamış.

Bizim millette bir huy var. Elde olan telefonun yenisi çıkınca, eldekinin gözden düşmesi, daha çok yere düşürülmeye başlanması, yüz vermeme, afra-tafra yapma gibi bir huy. Yıllarca bir insana bağlı kalıp, o yittikten sonra (daha yitmeden, yitmeye başlayacağını anladıkları anda) hemen başkasına yönelme, o başkasının gönlünü hoş etme, pohpohlama huyunu hangi sikim genden aldık bilmiyorum ama o gen olmasaymış keşke hamurumuzda. Ne kadar kötü bir adet bu.


Kitabı okurken hep yukarıdaki fotoğraf ve onun benzeri fotoğraflar belirdi kafamda. Atatürk' ün, yanındakilerin, onu seven ya da sevmeyen insanların, hep dobra dobra oluşlarının hikayeleri var. Kitaptaki en baba karakter ise bence Nuri Conker. Atatürk' e hayatında tek "Kemal" diyen adam o sanırım. Herkes paşam paşam diye peşinde dolaşırken, Conker "Kemal" diye hitap ediyor. Aralarında komik diyaloglar var. Dediğim gibi, anıları öğrendikten sonra "Onlar da insanmış lan.." dedirtiyor adama.

Şu cahillik olayına biraz dem vurmak istiyorum. Malum bugünlerde çok gülünen ve eğlenilen furya; İlber Ortaylı capsleri. Gerçekten sesli gülüyorum bazılarına. Ama İlber amcanın dediği çok net bir şey var. Yarı-cahillerden korkmak lazım asıl. Şimdi bu kitapta da gördüm bunu. O zaman cahil denilen kesim; köylü, çiftçi, hizmetkâr gibi kesimler. Cahiller (belki) ama salak salak çıkarımlar yapmıyolar. Mesela bir köylüye bir şey sorduğunuzda eskiden "Benim aklım ermez beyim." , "Biz bilmeyiz ağam." gibi sözler duyulabiliyormuş. Birisi hakkını yediği zaman ise lafı gediğine koyup kapağı ortaya bırakabiliyormuş. Kitapta benzer anılar var.

Şimdi ise cahil kesim kalmadı(?) Kesimlerin en altından en üst tabakasına herkes bilgili. Hatta herkes o kadar bilgili ki; "Yolsuzluk var, adamlar seni soyuyor, sen onları savunuyorsun!" diyen bir adama, diğer adam "Soyuyosa beni soyuyo! Sana ne! Seni mi soyuyo! Beni soyuyo! Ben memnunum!" falan diyebiliyor. Bu cahillik mi? Yoksa salaklık mı? Soru benden, cevap kimseden. Bir de OSTİM bölgesinde yoğun olarak gördüğüm, daha da yoğun olarak Kızılay, Ulus civarında görülen cahil bile olamayan ergenler var. Metronun içinde bağırarak "Amua Ğoim, ahuhahueahu. Ne bahıyon lea! Ahuaheauh." diye cümleler kuran ve başımıza ali kıran baş kesen olarak atanan bu kardeşlerimizin bir gün cahillik seviyelerine atlayabilmeleri için önlerinde toplamaları gereken çok exp, atlamaları gereken çok lvl lar olduğu apaçık.


Toplum gerçekten yozlaşıyor, alt kesim hep en alta, üst kesim ise hep daha üste gitmeye devam ettikçe kaçınılmaz gerçek olarak bu tip semi-cahil insanlar çıkıyor. Bilmediğini iddia etmeyip, her şeyi bilen; üstüne üstlük tepki verdiğinizde ağzınızı yüzünüzü kırmaya kalkabilecek kadar yiğit olan bu insanları ise kandırmak kolay. Beyinlerini emdiğinizde sağlıklı insan görmüş zombi gibi et gördükleri yere düşünmeden gidiyorlar.

Sırada İhsan Oktay Anar' ın Galiz Kahraman' ı var. İhsan amcanın kitaplarının tamamını okudum büyük bir zevkle. Tabi çoğunlukla kitap okurken tüm işim, hayal kurmanın yanı sıra, kitabın kahramanlarının kim olduğunu ve neyle iştigal ettiklerini hatırlamakla geçiyor. "O kimdi ya... Bu adam kimdi ki? Haa bu yoksa şey miydi?" diye diye onlarca sayfa geçebiliyorum rahatlıkla. Sonunda işler çözülüyor tabi de, her kitabında beynimde yeni kıvrımlar oluşuyor. Bu kitapta "en az 10 kıvrım" diyerek görüyor ve arttırıyorum.

Tabi kitap okuma sırasında yaptığım üçkağıtları da es geçmemek lazım. Güya listenin en başında Hollanda' da gönüllü gittiğim barın sahibinin bana hediye ettiği Geert Mak' ın Amsterdam isimli kitabı vardı. Açıkçası ilk 50 sayfayı devirdim, uzun sayılabilecek bir kitap. İnsanların çok espritüel diye methettikleri kitapta "ee komik mi şimdi bu? bu mu espri ?" dediğim yerler oldu ilk 50 sayfada. O yüzden bi duraksadım. Erteledim. Ama Hollanda' ya gitmeden önce okumam lazım, hakkını vermek gerek. Bu esprileri anlamamamı 2 nedene yoruyorum. İlki, alıştığımız kültürün içinde avrupa esprilerinin komik olmuyor oluşu. İkincisi benim kıçıkırık ingilizcemle, ingilizce kitap okumaya kasıyor oluşum. Hangisini seçeceğiniz sizin tercihiniz.

Bu ay içinde 4 kitap bitirerek kombo yapıcam gibi duruyor. Ondan sonra uzun bir dönem kitap okuyacak vaktim olacağını sanmasam da, umut ediyorum.

Hollanda Hollanda diyorum da, vize hariç her şey tamam gibi. Mart başı yolculuk görünmekte. Vize henüz çıkmadığı için olmayacak gibi geliyor her şey. Bu nedenledir ki; bavul almak dahil yolculuğa ilişkin hiçbir aktiviteye girmedim. Vize çıkınca her şeyi aynı güne sıkıştırıcam gibi duruyor.

Yazının sonlarına gelirken, bu blogun bir beyin otopsisi olduğunu söylemiş olsam da ikiyüzlülüğümle can çekişiyorum bu sıralar. Görüyorum ki; gündelik hayat içinde karşılaştığın binbir komikliğin, ikiyüzlülüğün, acı-tatlı anıların, anlam veremeyip sinir olduğun, basit bulup kendine kızdığın olayların bir çoğu aslında yakınımızdakilerle ilgili. Her ne kadar onları da anlatmak istesem de, bu durumun sevdiğim ve yaralamak istemeyeceğim insanları yaralayabileceğini farketmem yüzünden bunları otopsi yapmadan toprağa gömme fikrine karar veriyorum. Farkediyorum ki; insanlar "ben kendim için yaşıyorum." dese de, çevresinde bulunan insanlarla yakın ilişkiler içindeler ve onları incitmemek için ellerinden geleni yapıyorlar. İnsan denilen şey, sosyal bir varlıktır ya hani. Öyle işte.

Eyvole.

20 Ocak 2014 Pazartesi

Ankilozan Spondilit ve Acı Eşiği

Selamlar,
Biraz ağrıyla, biraz uykusuzlukla, biraz memnuniyetsizlikle ve biraz da sıkılganlıkla dolu yeni yılın 20. gününde düşündüklerimi, içime atmayıp buraya yazacağım.

Niye anlatıyorum bunları? Takipçi, okunma sayısı ve bilimum gereksiz veri ile hiç işim yok. Biraz Chris McCandless' a özentim.



Sadece böyle yazarak özeniyorum tabi. Yoksa bende ondaki kadar göt yok. Öyle cebimde olan son amerikan dolarımı yakıp kendimi dağa bayıra vuramam. Vurursam, annem kızılcık sopası ile bizzat kovalar o dağa, bayıra kadar. Eminim.

Into The Wild, benim izleyip de günlerce etkisinden kurtulamadığım, aklıma geldikçe içimden "Vay amk.." dediğim filmlerden biri. Zaten hepi topu 3-4 film var böyle dediğim; beni etkisi altına alan, hatırladıkça hüzünlendiren.

Bugün biraz ağrılarım var. Ankilozan Spondilit 2-3 gündür sabahları kalkarken Selâmün Aleyküm diyor. Ben de ona diyorum ki; "ve AS." Özellikle sakroiliak eklemlerde ve bel/sırt bölgemde doğrulmama mani olan ağrı ve katılık yüzünden sinirlerim biraz ayakta. Nedir bu sakroiliak eklem?

İşte bu. Göt yani en kısa tabirle. Göte göt demeyelim mi? Detaylandırmak gerekirse, bacaklarımızın omurgaya bağlandığı noktalar. İlkokulda iskelet maketi gördüğüm zaman, "Aaaa ne kadar basit ve pürüzsüz bir yapı." demiştim. Ama kazın ayağı öyle değilmiş. Şu resimdeki Omurga ve kemiklere bakın. Aralardan geçen on milyon bin baloncuk sinirler, bağlantı noktalarındaki detaylar vs. çok komplike bir yapı aslında. Zaten tıbbın bu hastalıkların temelini, gelişimini engelleyememesi, kaynağını bilememesi de işte bu komplike yapıdan kaynaklanıyor bence. Tıp çok gelişti! Yav he he. Gelişti tıp. O kadar gelişti ki; Otoimmün hastalıklara bi bok yapamıyo nedense...

Hastalığa bakış açım, hastalık hakkında düşündüklerim biraz kaygı verici noktaya ulaştı. Hepsine neden olan olay ise, dişçide dişime dolgu yaptırmam.. Dişçinin AS hakkında bilgisi varmış. Sağolsun kendisi yarın yatalak kalacak bir hastaya nasihat verir gibi hayatıma dair bir kaç yorum yaptı. Mesai saatleri dışında müzisyen kimliğim ile para kazanmak olsun, alkol tüketim konusu olsun, geleceğim olsun pek çok konuya dair söyleyecek bir şey vardı. Ben adamın dobra dobra konuşmasını sevdim. Gittiğim romatoloji doktorlarının "Yaa korkma, egzersiz yaparsan, yüzersen, ilaçlarını alırsan bi şey olmuyo. Kaynımda da var :))) " geyiğinden bayıldım artık. Hastaların psikolojilerini korumak için biraz hafif bahsediyorlar bence hastalıkların seyrine dair. Hastalarda "Bana bi şey olmaz lan..." Havası oluşuyor gibi. Yani bende öyle oldu en azından.

Şimdi genel olarak konuşma şöyle bi pozisyonda gerçekleşti :


Hastalıkları ve benim hakkımdaki kaygılarını, endişelerini anlattı. İnsanların bana nasihat vermesine ergenler gibi karşı çıkıp, kızmam. En kötü ihtimalle onları dinleyip, "He" derim olur biter. Zaten hele bi "He" deme o koltukta. Azı dişini eline verir alimallah.

Adamın söyledikleri kesin olarak şunlardı : "AS olmanın hem olumlu, hem de olumsuz yani var. Olumsuz yanı şu. Eğileceksin. Kamburlaşacaksın vs. Olumlu yanı ise bu senin hayatını bir düzene sokmak için bir fırsat. AS düzen hastalığıdır. Örneğin gece 11 de yatıp sabah 9 da kalkman gerekir istinasız her gün. "Hadi mumu falanca arkadaşta söndüreyim, söndürmeden önce de küfelik olana kadar içeyim, barlarda takılayım." gibi bir kafa olmaması gerekiyor. Düzenli spor yapman gerekli. Yüzme. Egzersiz yapman gerekli. Hayatında mutsuz olmamalısın mesela. Bu nedenle mutsuz olduğun şeyleri çıkarman gerekir. Ama bunu yaparken, mutlu olduğun şeylerin de fiziğine etki etmemesi gerekir. Mesela... Çaldığın gitar. Bas gitar muadilleri arasında en ağırı olduğundan, senin sahnede saatlerce 4 Kg. lık bir aleti sırtına yüklüyor olman rezillik. Bu senin eğilmene doğrudan katkı sağlar. Süreci hızlandırır. Yapını bozar. Hayatında sahip olduğun işi de AS ye göre seçmek zorundasın. Örneğin şu an olduğu gibi bilgisayar başında, masa başı bir meslek sahibi olarak bilgisayar karşısında eğilerek oturman kaçınılmaz. Bu da AS sonucunda kamburlaşmana neden olacaktır. Maddi durum çok önemli tabi, ama eğer bütün işler eğilmene sebep oluyorsa, Çalışma..."

Evet adamın lafları bunların muadilleriydi. Gayet dobraydı. Bu yüzden bu radikal konuşma için kendisine minnettarım. Dolgu yapılan dişim de minnettar. Ben tabi kendisine müzisyenliği, bas gitarı bırakmanın mümkün olmadığını anlattım. Ama çok detay vermedim ya da "Bırakmıycam işte!!" diye diretmedim. "He" diyip geçtim.

Ancak bu konuşma bende bir kaygı yarattı. Zaten 3 gündür sabah kalkarken sağlam bir tutukluk oluyor. İster istemez, "lan ben acaba eğiliyo muyum?" soruları dolaşmaya başlıyor kafada. Hayır neden bu soruyu netleştirmeye çalışıyorum? Malumunuz Hollanda yolculuğu var gibi duruyor mart ayında. Hollanda' dan gelince (gelirsem tabi) ilk iş bunu alıp :



Gezmek, görmek. Hayata dair düşüncem : "Madem sonunda ölücez, ölmeden önce de eğilicez; o zaman koy göte gitsin, neden bir işe bağımlı olarak günlerimi piç ediyorum ki?" ye döndü.

Sıkıntı ise şu: Google' a ankilozan spondilit yazarsanız karşınıza çıkan görseller genelde şunlar oluyor :


Ulan filinta gibi herifin haline bak. Ölmüş gömeni yok resmen. Alın bi de zenci gardaşıma bakın.


Nedir bu ibne hastalığın olayı? Omurga arasında iltihap birikerek, iltihabın zamanla kemikleşmesi, omurları birbirine bağlayıp esnekliğini yoketmesi ve sonuç olarak düz, kol gibi bir omurgaya sahip bir adam oluvermek. Oh mis! Kemiklerin zamanla ankilo olması bu işte. Peki romatologlarımız neden söylemiyor bunları? Acaba gerçekten ilaçla, yüzmeyle, egzersiz ve düzenli bir hayatla bu eğilmenin önüne geçebilir miyiz? Yoksa kaçınılmaz son bu mudur?

Haftada 2 gün yüzüyorum. Ben neden yüzüyorum? Eğilmemek için mi? Yoksa eğilmenin süresini uzatmak için mi? 10 yılda eğil ama 20 yılda mı eğileceğim ben? Yüzmek bu işe mi yarıyor? Bir sürü var sorulacak. Ama romatologlarımız genel olarak "Egzersizi, yüzmeyi, ilacı aksatma. Kontrol altında olmalısın. Korkma, bunları yaparsan eğilmezsin." gibi şeyler söylüyor. Peki gerçekten eğilmez miyiz? Yoksa yüreğimize su mu serpiyorlar? Sizce hangisi?

Olay sadece kalça, kasık, bel/sırt ağrısı şeklinde de olmuyor. Ayak ağrılarımdan bahsetmiştim önceki yazılarımda. Son 1 yıldır sıklıkla tekrarlayan bir olay var sol ayağımda. Nedenini çözemedim. Doktorlar da çözemedi. Romatoloğa göre direkt AS ile alakalı. AS atağı gibi bir şey. Dermatolog ise bakıp "daha önce bi şey görmedim!" dedi. Süper di mi? Şu işte :


Sol tendonun üzerinde, topuğa kadar uzanan geniş bir bölgede alevlenme, aşırı hassasiyet, yangı, acı, sızı hepsi aynı anda combo yapıyor. Ayaklarım çok terlediği için mi oluyor acaba? diye düşündüm. Ayakkabı mı yapıyor diye düşündüm ve ayakkabı değiştirdim. Yün çorap yapıyor olabilir mi? diyerek tamamen kumaş çoraplar giydim. hepsinde aynı sonuç ortaya çıktı. Yukarıdaki fotoğrafı iş yerinde çektim. Tam olarak 3. derece yanık acısında canım yanıyordu o fotoğrafı çekerken. Deri yüzeyi yaklaşık 42 derece sıcaklıktaydı tabi. O fotoğrafın çekiliş saat 16:00. Eve 19:00 sularında geldiğim düşünülürse, aradan geçen 3 saatin sonucu şu:


Doğrudan döküntü, kızarıklık. Bu nasıl geçiyor peki? Dinlenince. Yaklaşık olarak 2-3 gün boyunca sürekli buz uygulaması ile acı hafifleyebiliyor, atak geçebiliyor. Ama.... Bu olaydan sonra tam olarak döküntünün olduğu yerde yaklaşık 6 cm uzunlukta ve 2 cm ende bir bölge tamamen beyaz bir renge büründü. Deri rengi gitti. Ölü rengi geldi. Orası artık şeffaf. Dermatolog bu ölü bölge hakkında hiçbir şey diyemedi tabi ki yine. Literatüre girmek bu olsa gerek?

İşte tüm bu ağrı, atak, acı, alevler arasında kafadaki soru işaretleri "eğilecek miyim? Eğilmeyeceksem bu ayağımdaki kızarıklığı tetikleyen şey ne? Neden hala tetikleyici etkeni bulamadık? Acaba gerçekten AS mi bunun nedeni?" gibi sorular zihnimi daha da meşgul ediyor. Hollanda işi gerçekten iyi gelecek bana sanırım.

Dişçiye babamla birlikte gittik. Hollanda işini konuşurken orada yasal sınırlama ile de olsa keyif verici maddelerin serbest olmasından da bahsettik. Bu tip hastalıklarda hastayı rahatlattığı gerekçesi ile keyif verici madde alıp kendini rahatlatan adam çok. Bu durum ailemi kaygılandırıyor farkındayım. Ama yapacak bir şey yok. Malesef.

Yorucu bir mesai ardından çıktığım sahnede yorgunluğun getirisi ise program sonlarına doğru kendini çok belli eden ayak ağrılarım oluyor. Dinlenince geçiyor tabi. Ama şöyle bir şey keşfettim. Alkol ağrıya gerçekten iyi geliyor. Ayağım yukarıdaki şekildeyken de sahneye çıktım ben. Aldığım alkol ağrıyı çok hafifletti. Ama bu ağrılar alkolik olmayı, bağımlı olmayı gerektirmiyor benim düşüncemde. Evde ayak ağrısı ile yatarken, dur şurdan bi kadeh viski yuvarlıyım da ağrım azalsın kafasında değilim ben. Alkol benim için eve gidene kadar alacağım bir ağrıkesici pozisyonunda olabiliyor. Hatta galiba o aldığımız kimyasal ağrıkesicilerden çok daha masum alkol alarak ağrı hafifletmek.

İlaçlardan da bahsetmek istiyorum bu AS muhabbetinde. Şu anda Salazopyrin ve Melox kullanıyorum. Salazopyrin' in işlevini hala çözemedim. Anti-enflamatuar bir ilaç olduğu konusunda önemli bulgularım var. Melox ise yine anti-enflamatuar bir ilaç ama ağrı kesici. Hakkını veriyim çok iyi geliyor bana. dayanılmaz ayak ağrım olduğunda 1 tane melox çakıyorum. en fazla 20 dk sonra ağrım hafiflemiş oluyor. 2-3 saat süren bir etkisi var. o 2-3 saat içerisinde ben zaten uykuya geçmiş oluyorum. Rahat oluyor. Ya da yatmadan önce ağrım varsa 1 adet Melox çakıp yatıyorum. Sabah daha güzel, daha ağrısız kalkıyorum. Böyle böyle beynimizin ve midemizin de bi yerlerine koyuyoruz ama "daha iyisi bulunana kadar en iyisi bu." sanırım. Salazopyrin konusunda söylemek istediğim bazı şeyler var. Ne işe yaradığını çözemediğimi söylemiştim. Ama midenin ağzına sıçtığı bir gerçek. Çöp mideli olan, ne bulursam yiyen bünyeme hiçbir şey olmazken, bu ilacı almaya başladıktan beri Gastrit ile boğuşmaktayım. Lansor burada imdada koşuyor. Lansor almayı ihmal etmiyorum. Eğer bu hastalıktan müzdaripseniz mutlaka Lansorunuzu alın. Midemizi sevelim, sayalım.

AS için verilen ilaçların temel özelliği, bağışıklık sistemini baskılaması. AS nin olayı şu aslında : Hastanın vücudunda bir bölgeyi vücut düşman olarak kabul ediyor ve sanki orada bir virüs, mikrop, vücut dışı bir parça varmış gibi orayla savaşmak için barış çubuklarını gömüyor. Allah ne verdiyse oraya yolluyor. Bu nedenle orada alevlenme, acı, ağrı hissediyoruz. Beyin sapıtıyor aslında. Ya da bağışıklık sistemi. İkisinden biri. Aldığımız Salazopyrin gibi ilaçlar da, vücutta olan iltihabı, irini, cerahati söktürme işlemini yaparken aynı zamanda bağışıklık sistemini perdeliyor. Böylece vücut ne kadar savaşmak istese de, bağışıklık sistemi zayıfladığı için orayla savaşamıyor ve pasif konuma geçiyor. Aslında o kadar saçma bi sistem ki bu, ayağım ağrımasın diye uğraşırken bi çivi batması sonucu tetenozdan ölebilirsin kolayca. Öyle bi şey işte.

Bu AS konusunda tedavi işinin en üst noktası ise TNF. Bunlar AS hastasına iğne ile zerkedilen biyolojik ajanlar. Ne yapıyor bunlar? Ağrıdan ölen birine zerkedildiği anda bağışıklık sistemini tümüyle durdurarak hastanın acısını tamamen kesiyolar. Vücut o bölgeyle savaşmıyor ve böylece ağrı kesiliyor. AS de genel olarak uygulanan bir şey bu. Şimdi gelelim doktorların söylemeye çekindiği şeylere. Şuna inanırım: Doktorun kardeşi, karısı, kızı, çocuğu AS hastasıdır ve TNF uyguluyordur. O zaman gözümü kapatıp 'yap abicim şu TNF yi bana da.' derim. Ama böyle olaylar olmayınca, göremeyince ben güvenemiyorum. Belki doktorlar bana kızıyor ama, doktorların hastalarına deneme yanılma yoluyla yaklaştığına inanıyorum. Ya tutarsa? E tamam, ya tutarsa diyosun da, kobay olarak kullandığın şey benim vücudum. Farkında mısın bunun doktor bey/hanım?

Çürük raporu aldım bu AS sayesinde. GATA' da bu iş için 1 ay uğraştım ve AS li 2 kişi tanıdım. İzmirli bir çocuk vardı. TNF uygulanıyordu. Acıdan kıvranırken, TNF sonrası km.lerce ağrısız, acısız koşabilir hale gelmiş. Ama bu işin ciddiyetinin farkında. TNF olarak güvenilirliğini ve rüştünü ispat edememiş bir tedavinin başına "kanser" belası açabileceğinin farkında. Vücutta yer alan ve potansiyel kanser riski taşıyan bir hücrenin TNF sayesinde çok hızla aktif olabileceğini ve yayılabileceğini söylemişti. Araştırdım. Çok soru işareti var bu konu ile ilgili. Ailesinin tüm kanser geçmişinin, kanser ile bağlantılarının araştırıldığını ve risk alındığını söylemişti çocuk bana. Vücudumuza zerkedilen şey kimyasal. Ağrıyı dindirmek vs Kanser riski. Hangisini seçersiniz? Ağrı di mi? Ama öyle olmuyor işte. Ağrıdan kıvranırken, çocuğunun "baba oyun oynayalım..." diye yalvarmasına dayanamayıp yatakta ağlarken insanlar hiç düşünmeden TNF yi seçip yeniden doğabiliyorlar. Bunları gördüm, duydum. O nedenle alınabilecek bir risk mi? Bence evet. Ama henüz almadım. Almayı da düşünmüyorum.

Dişçi koltuğunda otururken yaptığımız sohbetlerde ilginç konular da geçti. Anlatacağım bu özelliğimi ufak ufak biliyor olsam da, başka birisinden duyup tescillemiş oldum. Güzel oldu. 8 yaşından beri ayak, bacak, kalça, sırt/bel ağrısı çeken biri olarak acıya hissizliğimin arttığının farkındayım. Yani muhtemelen başka bir insanın ortalığı yıkabileceği, 3-4 ağrıkesiciyi aynı anda alıp ölmek isteyebileceği ağrılarda ben biraz sekerek de olsa günlük faaliyetime devam edebiliyorum. Bu özellik Yaratıcı tarafından hastalıkların yanında kıyak olsun diye default mu yüklendi yoksa sonradan ağrı çeke çeke dayanmayı mı öğrendim bilmiyorum. Ama böyle bir gerçek var. Diş yapım ile ilgili bir özellik de vereyim: kötü bir özellik olarak diş çürüklerim ağrı yapmıyor. Ben dişimin çürüdüğünün farkında olmuyorum. Çürükler geniş ve yüzeysel değil dişlerimde. Minicik bir nokta şeklinde siyahlık, tünel şeklinde taa köke kadar iniyor. Aslında çok sağlam bir çürük, ama ince uzun. Önemli olan boyu değil, işlevi tabi ama yine de bu detayı vermek istedim. Bu nedenle en basit çürük dolgusunda bile köke kadar inmesi gerekiyor doktorun. Dolgu sırasında "Bir gözlemimi sana söylicem şimdi." dedi dişçi. "Muhtemelen küçüklükten beri ağrı çeke çeke ağrı-acı eşiğini çok yükseltmişsin. Şu anda şu yaptığım işlemde dişinin köküne indim ve sinirini oyuyorum neredeyse ama sesin bile çıkmıyor. Sadece gözlerini kapatıyosun acı duyarken. Normalde şu yaptığım işlemde hastaya iğne yapmam gerekiyor bu işlemi yapabilmem için, yoksa mümkün değil sabit duramaz." dedi. Benim tepkim ise şu oldu : "Kıps".  Evet, ağzım dolu olduğu için gözlerimi kapatıp açarak onu teyit ettim.

İğneden korkmam, irkilmem, çekinmem. Hemşireler çok sever o yüzden beni küçüklüğümden beri. Küçükken makas alıp öperlerdi "Ayy çok uslu maşallahhh, ver bi yanak bakıyımm" diye. Şimdi benden küçük hemşireler var neredeyse. Öyle tepkiler veremiyorlar haliyle. Sadece iltifat ediyorlar. İltifat etmeleri onların lehine, çünkü tutup beni öpmeye falan kalkışırlarsa biliyorlar ki; "affetmem."

Evet. AS hakkında ağrılar, acılar, kaygılar eşliğinde bir yazı daha yazmış olmanın haklı anlamsızlığı ile yazıyı sonlandırıyorum. AS hakkında görüşlerimi belki daha sonra farklı bir biçimde tekrar yazarım. Şimdilik bu kadar. Eyvole.

2 Ocak 2014 Perşembe

Taksim

Malumunuz, yeniyıl, yılbaşı, kırismıs, noel, noelbaba gibi "geyik"lerle 2013' ü de devirmiş olduk. Bu yıl farkettiğim bir şey var ki; o da yeniyıl olgusunun gerçekten bana hiçbir şey ifade etmiyor oluşuymuş. Güzel dileklerimizi sevdiklerimize söylediğimiz, o gece program varsa normalde 100 liraya çaldığın şarkıları 300 liraya çalabildiğin ama bunun karşılığında üstüne kusulabilite, kafana şişe yiyebilite, durup dururken "niye kız arkadaşıma baktın?" diye burnunuza kafa atılabilite risklerini taşıyan bir gece haline dönüştü bence yılbaşı.

Zaman geçtikçe büyüklerimizin nasihatlarini "Haaaaaaaa bu ondan mıymıışş?" diye anlamaya başlamamız gerçekten çok enteresan geliyor. Çünkü küçük bir bebelakken yılbaşını dışarıda ergen arkadaşlarla kutlamanın ne kadar mühim olduğunu hatırlıyorum. Şimdi ise gerek çevremdeki arkadaşların insan gibi mantıklı oluşu, gerekse benim alkol ve eğlence sektörü ile çok yakından alakalı yerlerde müzik yapıyor oluşum bunun nedeni sanırım. Eskiden "beni gece beklemeyin ben mahmutlarda kalcam ya!" diye atar yapabilme potansiyeli olan biriyken, şimdi "valla program falan olursa program bitişinin 5. dakikasında beni bulamazsınız; takside eve doğru yollanıyor olurum." kafasında biri haline dönüşmüş bulunmaktayım. Bunun en önemli etkeni nedir? İnsanlar. Diğer bir deyişle insanlık.

Bayram değil, seyran değil; sahnede çalıyosunuz. Birden bir hareketlenme oluyor sağ tarafınızdaki masada. Bakıyosunuz, bir çift olarak gelip sizi dinlemekte olan masadaki adam neredeyse bitirmek üzere olduğu 50 lik bira bardağını kusmuğuyla tekrar doldurmuş. Bakamıyorsunuz ama yüzünüzü ekşitmemek zorundasınız aynı zamanda. Ya da aşırı uçuk şarkı isteklerinde bulunan ve erkek arkadaşını dudak vantuzu ile vakumlayan kızın 10 dakika sonra erkek arkadaşının üzerine "Aşşkkıııöööööğğğrrrrrrrrrrğğğğ" diye kustuğuna şahit olmak güzel değil. Bunların temel bir sebebi var : "Kendini bilmeden içmek" Deminki yazdıklarıma benzer olarak "çok içmeyi bir maharifet sanmak" olgusu da ergenliğimle birlikte atlattığım bir şey. Filhakika; bir müsibet, bin nasihatten iyidir gerçekten çok efsane bir söz. Çok içip kustuğunuzun ertesi "bi daha böyle içmem.." dediğiniz andır işte bir müsibet diye bahsedilen şey. Faydalıdır. Atalarımız buna müsibet demişler. Ben ise buna tecrübe diyorum. İngilizler experience diyor. Hollandalılar ne diyor? Bunu mart ayında öğreneceğim.

Yılbaşında evde olmak yerine dışarıda eğlenmeyi tercih ediyorum??  Evde Olmak Vs. Dışarıda Eğlenmek. gibi bir olgu yaratılmasını anlayamıyorum. Evde eğlenilemiyor mu çocuğum? Herneyse. Biraz alakasız bir geçiş yapmak istiyorum. Malum her yıl şu "Mini etekle Taksim' e çıkan kızların taciz edilmesi" olayı var. Geçen yılbaşından hatırlıyorum. Mavi elbiseli ve supermini li bir abla vardı. Sarışın. Başına köşegenli polis şapkası takmış. Şöyle bi şapka :


Taksim' de yürüyor. Daha doğrusu yürümüyor. Poposuna aldığı el darbeleri ile vücudu refleks olarak ileriye doğru atılıyor. Sanıyorum çığlık atıyordu artık. O hep olduğu söylenen ama nedense benim hiç hırsızı yakalamasına rast gelemediğim "Güven Timleri" olarak bilinen noel baba kostümlü polislerin 6 tanesi birleşip ablayı güvenli şekilde meydana ulaştırmaya çalışıyolardı İstiklal' den. Kalabalık öyle bi hale gelmiş ki; popo elleyen adamlar, polisleri ittiriyodu artık düşünün.

Şimdi Türkiye' de iki kesim var tabi. Birincisi "O kıyafetle ne işi var orada!!" diyenler ve "Ben istediğimi, istediğim yerde giyerim. Kimse de karışamaz. Kimsenin karışmaya hakkı yok!!" diyenler. Ben ise tam olarak bu iki uç görüşün ortasındayım. "O kıyafetle ne işi var orada!!" diyenlere küfür etmeyiniz. Zira bunu diyenler ben, sen, o, onlar, biz, siz. Gerçekten bu tarz bir kıyafetin bana göre bir anlamı yok; hele zaman yılbaşı gecesi, yer de Taksim ise. "Ben istediğimi giyerim, onlar bakmasın!" kafası ise mantıklı. Gerçekten ben de isterim mesela kız arkadaşımın derin dekoltesine bakıp iç geçiren insanların olmamasını. Ama Morpheus amcamın da dediği gibi :


Bir keresinde hiç unutmam; kız arkadaşımla romantik (en azından ben öyle düşünüyorum) yemeğe çıkıyoruz ve abla mini etek giyiyor. Yer neresi? Ankara-Tunalıhilmi. Yani Ankara' da bacak, meme, popo kombinasyonlarının en doğal karşılanabileceği düşünülen yerlerden biri. Ama işin rengi öyle olmuyor malesef. Gidilen yerde, o yere gidilene kadar, o yerden gelinene kadar tamam bir sürü bir çift göze şahit oluyorsunuz. Ben de kendi kendime şunu düşünmeye başlıyorum istemsizce : "Araba ile gelmek lazım böyle yerlere. Noob gibi otobüsle gelirsen böyle olur." Ama yanlış düşündüğümün yeni farkında varıyorum. Zira amaç bacağa bakmaksa, değil arabayla hoovercraftla gelseniz bile faydası yok. 

Neden bu uğraş peki? Çok basit. Günden güne dini ritüellerle ve oyalamalarla cinsellikten, bacaktan, memeden, popodan uzaklaştırılan insanlar tamamen aç hale geliyor. Ve onlara öğretilenin aksine sokağa çıktıklarında ve karşılarında böyle ablalar gördüklerinde yukarıda Allah olduğunu unutup bakma, taciz, sözlü taciz gibi aktivitelere giriyorlar. Bunun Türkiye için bir çözüm olanağını bulamadım malesef. Bazı ateyiz arkadaşlar çözüm dini bırakmakta falan deseler bile benim için bir anlamı yok. Çünkü bu tip barzolarda dini aktiviteyi bıraktığınız anda adamın içindeki allah korkusunu da söküp atacağınız için çok daha feci şeyler yapabilir diye düşünmekteyim.

Evet, dünyanın medeni ülkelerinde bu tip kutlamalarda insanların inanılmaz sarhoş olduğu halde kimseye sarkıntılık etmediği, kimseyle kavga etmediği ve çok kalabalık meydanlardaki yeni yıl kutlamalarında bile tek bir kavganın çıkmadığını arkadaşlarımdan öğrendim. Belki sıkıyolar bilemiyorum. Gerçekten süper bir mini ile yılbaşını ülkenin en büyük ve ünlü meydanında kutlamanın tek yolunun, bu kutlamayı Türkiye harici başka bir ülkenin meydanında yapmak zorunda olmak iç acıtıcı bir gerçek. Ancak bütün bu gerçeklere başkaldırırcasına "Hayır! Ben istediğimi giyicem ve onlar kesinlikle bakmıcak!" diye direten ablaların da hala olması ve bu işi sürdürmeleri bir çeşit amme hizmeti midir bilemiyorum. 

Ülkedeki ortadireğin bir-iki tık altı olan insanların konumları, durumları, kültür seviyeleri, düşünceleri gerçekten içleracısı. Bunu nasıl toparlarız bilmiyorum ama bugün çalışmaya başlasak sanırım 3 kuşak sonraya anca adam ederiz yeni doğanları. 

Türkiye' de yaşamak için her an "farkındalık testi" ndeymişiz gibi hareket etmek gerekiyor. Mesela motosiklete binecek biri "Ben biniyorum ve kurallarıma uygun olarak gidiyorum! Otomobil sürücüleri dikkat etsin bana! Ben onlara dikkat etmicem!" diyip motora bindiği zaman görüyor hanyayı konyayı. Bu durumu bütün örneklere uygulayabiliriz. Yılbaşında olan bu olaylar da bunun benzer bir versiyonu. 

Bir de olayın mini eteğe indirgeniyor oluşu ayrı bir saçma. Birbirimizi kandırmayalım beyler. Sen o ablayı mini etek değil dar kot giymiş olsa da elleyecektin. O nedenle kimse bana gelip "Taksim' in göbeğinde yılbaşı gecesi mini etek giyilir mi ya!!!?" demesin. Mini etek, çorap kombinasyonu amaç değil, araç.

Unutmuyorum hiç, unutamıyorum. İstanbul' da hastaneden bir hemşire çıkıyor. Yeni evli. Evine gitmek için otobanın üzerinden geçen üstgeçidi kullanması gerekiyor. Abla üstgeçitten geçerken bir adam (tinerciydi sanırım) ablayı otobanın yanındaki ormanlık alana götürüp tecavüz ediyor, ardından da bıçaklayarak öldürüyor. Kadın sadece işinden evine gitmeye çalışıyordu. Sonuç? Öldürüldü. 
Bu örnek bir Türkiye gerçeğidir. Ve günümüzde hala bu örneklerin gerçekleşiyor oluşu kadınların "Ben istediğimi giyme özgürlüğüne sahibim!" demesinin aslında çok kofti bir gerçeği örtmeye çalıştıklarını gösteriyor. Sen yaşama özgürlüğüne de sahipsin, ama senin canın başkası tarafından alınıyor. Bilmem anlatabildim mi?

İstediğiniz her şeyi yapın. Söylemek istediklerinizi söyleyin, giymek istediklerinizi giyin. Ama güvensizlik akan, apır sapır adamın popo ellemek için doluştuğu, hırsızların cüzdan çarpmak için işe çıktığı bir ortamda lütfen dikkatli olun. Bana göre "özgürlüklerin" savunulacağı en son yer Taksim, en son zaman ise yılbaşı gecesi. 

Ayrıca "yılbaşı gecesini dışarıda içerek, sapıtarak kutlayacağım" diyenlere son sözüm : "Ben size güveniyorum, ama diğer insanlara güvenmiyorum."

İyi yıllarınız daim olsun.